4 Ocak 2019 Cuma

İYİ BİR İNSAN OLMAK

Hayatını Kaybeden Genç Akademisyen Ceren Damar 

2 Ocak Çarşamba günü üzücü bir haber düştü gündemlerimize: Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi H.İ.H, final sınavında kopya çekerken kendisini yakalayan ve resmi işlem gerçekleştiren danışmanı Ceren Damar’ı olaydan birkaç saat sonra odasında vahşice katlediyor. Birkaç gündür bu elim hadisenin detaylarını haber bültenlerinde izliyoruz. Katilin mezuniyete sayılı günleri kalmış ve belki de aylar sonra bir duruşma salonunda cübbesiyle arzı endam edecek bir avukat, adalet müessesi içerisinde görev alması muhtemel bir hakim/savcı olması son derece ürpertici. Yaşanan bu kahredici olayın ardından aynı fakültenin bir başka öğrencisinin içerisinde yer aldığı Whatsapp grubunda “Bu örnek hareket umarım sınavlarımıza yansır. Herkese iyi çalışmalar.” şeklindeki mesajı karşı karşıya kaldığımız kötülüğün ve pespayeliğin somut  bir göstergesi. Dün genç akademisyen gözyaşları içerisinde toprağa verilirken katil de sorgusunun ardından tutuklanarak cezaevine gönderildi. Hukuki süreç temenni ederim ki uzamadan ve katilin en ağır cezayı aldığı bir şekilde tamamlanır. Elbette ki en ağır ceza da verilse  gencecik bir insanın kayıp giden hayatı geri gelmeyecek. 2010 yılında lisans öğrencisi olarak Çankaya Üniversitesi’ne adım atan aynı fakültede lisans, yüksek lisans eğitimlerini tamamlayan, doktora çalışmalarına devam eden ve bunların yanında fakültesinde  araştırma görevlisi olarak da görev yapan  gencecik bir insan işini hakkıyla yaptığı, etik ilkelere bağlı kaldığı için bu saldırıya maruz kaldı.

Her gün onlarca görsele maruz kalıyor, birbirinden bağımsız hadiselerin içerisinde buluyoruz kendimizi. Ülkece gündem zengini olduğumuzu söylememiz herhalde yanlış bir beyan olmayacaktır. Yüreğimizi yakan, duygularımızı allak bullak eden, zihnimizde depremler oluşturan, hüznü gelip yanı başımıza bırakan her olay ve meseleyi; eğer hakkını vererek irdelemezsek, gereken dersleri almayıp, karşılaştığımız durumlardan kendimize ev ödevleri çıkarmazsak kuvvetli ihtimal tekrar gündemlerimizde bulacağız.

Bir üniversiteye kesici ve patlayıcı aletler nasıl sokulabiliyor? Çankaya Üniversitesi bu soruyu etraflıca düşünmeli, araştırmalı, ihmali olanları cezalandırmalıdır. Adaletin temini için çalışmayı kendisine meslek edinmiş bir öğrenci nasıl sınavda kopya çekmeye tenezzül edebiliyor? Hırsızlıkla eşdeğer olabilecek bu suçundan sonra nasıl yerin dibine girmez de kendisinde bulduğu cesaretle görevini hakkıyla yapmanın derdinde olan bir hocasına hesap sormaya gidebilir? Başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere tüm eğitim camiasının, akademinin mutlaka peşine düşmesi gereken bir soru. Bir yerlerde yanlışlıklar mı yapılıyor? 5 şık arasında doğru yanıtı bulabilen ama merhameti, büyüğe hürmeti, iradeli davranmayı bir türlü başaramayan; hırsa, öfkeye, hileye, kolaycılığa, tahammülsüzlüğe kolayca kendini kaptırabilen genç bireyler olarak nasıl kurtulacağız bu halden? Az önce okuduklarımız büyük ölçüde ‘büyüklerimizin’ cevaplaması ve yerine getirmesi gereken sorumluluklar. Şimdi biz gençleri ilgilendiren noktaya gelmek istiyorum.

Ceren Damar'ın Eşi Levent Bey 
Menfur saldırı sonucu hayatını kaybeden Ceren Damar, yaklaşık 3 ay önce, Dış İşleri Bakanlığı’nda diplomat olarak görev yapan Levent Şenel ile hayatını birleştirmiş. Levent Bey eşi için Çankaya Üniversitesi’nde düzenlenen törende bir konuşma gerçekleştirdi. Vakur ama üzgün, metin ama bir o kadar da şaşkınlıkla,  bu zor imtihanı yaşayan acılı eş esaslı ve belki de her bir kelimesi üzerine durup düşünmemiz gereken cümleler sarf etti konuşmasında:  “Ceren, her zaman doğru bildiğini yapan, kurallara uyan, işini dört dörtlük yapmaya çalışan bir insandı. Hiçbir zaman kimseye iftira atmaz, kimse hakkında kötü konuşmazdı. Çok kıymetli bir bilim insanıydı. Hayat hiç umulmadık anlarda tahmin edilemeyecek acılar yaşatabilmektedir. Hayat bunu kimi zaman 30 yaşında kimi zaman 50 kimi zaman 60 yaşında yaşatıyor. Ben bu acıyı 28 yaşında yaşadım. Bu olay bana bir şey gösterdi. Ceren her zaman doğru bildiğini yapan, kurallara uyan, işini dört dörtlük yapmaya çalışan bir insandı. Hiçbir zaman kimseye iftira atmazdı. Hiçbir zaman kimse hakkında kötü konuşmazdı. İşini iyi yapmaya çalışan kıymetli bir bilim insanıydı. Çok büyük bir acımız var. Biz her zaman iyi olmalıyız, her zaman iyilikle hareket etmeliyiz. Benim eşim bir eğitim şehididir. Bunun altını çizmek istiyorum. Görevini hakkıyla yapmaya çalışırken bir azılı suçlu tarafından vurularak hayatını kaybetmiştir. Benim genç arkadaşlarımdan küçük bir istirhamım var. Arkadaşlar, bunu söylemek benim haddime düşmez ama iyi bir hukukçu, iyi bir mühendis, iyi bir doktor değil iyi bir insan olmaya çalışın. En önemlisi bu. İnsanları sevin ve hiçbir zaman kötülüğe kötülükle cevap vermeyin. Bu olayla da inşallah bu ülkede pek çok konuda bir duyarlılık, farkındalık oluşacaktır.

Levent Bey, konuşmasının son kısmında biz gençlere tüm naifliği ve özellikle de eşini ‘kötü’ bir insana kurban etmiş birisi olarak sesleniyor. Ders kitaplarında olmayan, müfredatta kendisine yer bulamamış, bir üniversite öğrencisinin gözüyle AKTS’si dahi olmayan çarpıcı bir derten hepimiz yükümlüyüz. Sabah uykulu bedenlerimizle düştüğümüz yollarda gün boyu derslerimiz ya da işlerimizle uğraşıyoruz peki geri dönüp sığındığımız evlerimizde günün sonunda kendimizle hesaplaşacak takatimiz kalıyor mu? Bugün birisi bizim sözlerimizden zarar gördü mü? Bugün birisinin işini kolay eyledik mi? Bugün bir derde ortak olduk, bir derdin ağır yükü altında ezilen birine omuz verdik mi?

Akademik olarak üretken, mesleğinde aranılan veya bol sıfırlı maaşlara sahip kişiler olabiliriz. Ortaya koyduklarımız, emeklerimizin ürünleri toplumumuza mutluluk ve fayda sağlıyorsa ne mutlu.  Mesleki unvanlarımızdan, sahip olduğumuz forslardan ve aslında birer emanetçisi olduğumuz makamlarımızdan önce unutmamalıyız ki birer insanız. Başta kendi bedenimiz ve duygu dünyamızla bütünleşik ve barışık olmak daha sonra içerisinde varlığımızı sürdürdüğümüz toplumun tüm kesimlerine aynı nazarla bakabilmek insanlığımızın gereklileri arasında yer almaktadır.

Eski zamanlarda bir öğrenci üstadına gelerek, ‘efendim sizin söylediğiniz her şey kitleler üzerinde etkili oluyor, nedir bunun sırrı’ diye sormuş ve ‘ne söylüyorsam hissederek söylüyorum bu yüzden insanlarda sözlerimin tesiri oluyor’ cevabını almış. Levent Bey, kısa bir süre önce hayatını birleştirdiği eşinin tabutu başında belki de hayatının en zor diliminde bizlere esaslı dersler verdi. İyi olmanın, iyi kalmanın bedel ödemekten geçtiğini kötülüğün ancak bu yolla diz çöktürüleceğini bizlere hatırlattı. Sıfatlarımız ya da filtrelerin ötesinde birer insan olduğumuzu, sorumluluklarla yaşadığımızı bizlere tesirli bir halde anlattı Levent Bey; hissederek ve hissettirerek.

Elbette yetkililerin bu olaydan çıkaracakları ya da çıkarmayı ihmal edecekleri dersler vardır. Biz bireyler olarak bu olayların yaşanmamasını dileyecek, ilk anlarda üzüntü ve tepkilerimizi ifade edeceğiz. Peki ya sonra? Levent Bey eşinin tabutu önünden bize ödev ve sorumluluğumuzu hatırlattı: Her şeyden önce iyi birer insan olmalıyız. Kötülüğü ancak bu şekilde yeryüzünden silip süpürürüz.
Genç akademisyen Ceren Damar’a Allah’tan rahmet, başta eşi Levent Bey olmak üzere tüm ailesine sabırlar dilerim.
Sorumluluğum/uz büyük: İyi birer insan olmak!

30 Mayıs 2018 Çarşamba

BİR EŞEKTEN DÜŞME HİKAYESİ YA DA PSİKOLOJİYE GİRİŞ 101


 NOT: Aşağıda okuyacağınız yazıyı FSM Vakıf Üniversitesi Psikoloji Bölümü tarafından çıkarılacak dergi için yazmıştım. Yanılmıyorsam tarih Aralık 2017'idi. Nedendir bilmiyorum ama dergi yayımlanmadı. Zaman hızlıca geçti, dönemler bitti ve ben mezun oldum. Umulur ki birilerine yol gösterecek bir yazı olur niyetiyle yayızıyı paylaşmak istiyorum. Buyurunuz lütfen.  


Günlerin birinde Hoca Nasreddin eşeğinden düşmüş. Ahali etrafında toplanmış. Ahlananlar, vahlananlar, hocam hemen bir doktora gidelim, hastahaneye gidelim teklifinde bulunan yardımsever insanlar... Hoca önce  bir doğrulmuş ardından da gözlerini kısmış ve kendinden emin bir sesle şöyle seslenmiş etrafındakilere: “Sağ olun, eksik olmayın, doktor hastahane istemez, bana çabucak eşekten düşmüş birini bulun, soracaklarım var” demiş. İbretlik bir hadise olduğunu düşünüyorum bu anlatının. Ve elbette de Nasreddin Hoca külliyatının bize sunduğu tüm ‘fıkralar’ gibi içinde esaslı dersler barındırıyor az önce okuduğumuz cümleler. Böyledir hayat; sayfalarca kitap okursunuz ya da onlarca twet, insanların başına gelen olayları dinlersiniz, şahit olursunuz hayatın sunduğu acı tatlı olaylara ama her ne  yaşarsanız yaşayın bizatihi içinde ‘başrol’ olarak yer aldığınız hikayeler daha sarsıcı daha hissedilir olur. Az evvel okuduğunuz cümle birazcık kalabalık harflerden oluşan bir harf takımı oldu, o halde meramımızı tek cümleyle, tenha bir kelime topluluğuyla ifade edelim: Tecrübeler, hayatımızın en tesirli, unutulmaz  yol göstericileridir. 
Galiba burada bir itirafta bulunmalıyım: Biraz sonra, artık bir lisans öğrencisi olarak son aylarını yaşayan bir öğrenci olarak, yani hocamızdan mülhem, eşekten düşmüş biri olarak ‘dört yıl geriye gitsem ne yapardım?’ sorusuna kendimce cevaplar vermeye çalışacağım. Biz gençler nasihat dinlemeyi pek sevmeyiz. O yüzden bu yazı salt bir nasihat verme amacıyla,  didaktik bir kurguyla şekillendirilmedi. Ki öyle olsaydı çok sıkıcı olabilirdi. Kabul ederseniz bu bir ‘eşekten düşmenin kısa hikayesi’ olsun. Bu yazıyı okuyacak sınıf arkadaşlarım, 4.sınıflar için, bir nostalji, geriye kalan sınıflara mukim arkadaşlarım için de belki de bir yol gösterici olur. O halde başlayalım, hazırsanız...

Vaktin Kıymeti 
Özellikle birinci sınıfta okuyan arkadaşlarımızdan duyuyorum: Birinci sınıf dersleri çok hafif, o yüzden üst sınıflardan ders alalım. Ya da nasıl olsa rahatız, farklı bölümlerle çift anadal mı yapsak? Elbette ifade ettiğimiz iki cümle de kişisel tercihlerle karara bağlanacak alternatiflerdir. Boş vakitler; hali hazırda sorumlu olunan dersler için daha fazla yoğunlaşmaya, daha farklı okuma fırsatlarının elde edileceği imkanlar sağlamış oluyor bizlere. Bunu ıskalamayalım.  Mesela birinci sınıfsak, Morris’in ‘Psikolojiyi Anlamak’ kitabının altını çize çize okumak inanın ileri ki sınıflara altın tepside bir destek sunacaktır. Geçtiğimiz yıllarda bahar dönemi ders seçme döneminde kulakları “ben ikinci dönem psikolojiye giriş ikiyi almayacağım, onu ileri ki yıllarda alırım nasıl olsa bir ara,  şimdi üst sınıflarda daha eğlenceli dersler varmış onlardan birini alacağım” cümlesini duymuş da kulaklarına inanamamış bir öğrenci olarak derim ki eğer okulu erken bitirmek gibi milimetrik hesaplarla yaptığınız hesaplar yoksa, her şeyi size taksim edilmiş sizin için planlanmış ders müfredatınız doğrultusunda alınız.

Kültürel Etkinlik- Seminer- Söyleşi Takibi

Zannımca biz İstanbul’da üniversite okuma şansına sahip öğrencilerin bildiği, tadabildiği bir lezzet var; İstanbul’un kültürel, akademik etkinliklerin baş şehri olmasıdır. Her akşam, her hafta sonu bir kültür mekanında gidebileceğiniz bir konser, bir söyleşi ya da bir üniversitede takip edilebilecek akademik bir toplantı mutlaka vardır. Bunları takip etmek, ilgi radarımıza takılanlara katılmak bize mutlaka fayda getirecektir. Tabii ki etkinlik oburu olmamak ve sertifika/ katılım belgesi putuna tapmamak kaydıyla... Bir yerlere katılmak için, bir de çıkışında ellerimize tutuşturulan belgeler ve inanın hiçbir geçerliliği olmayan o belgeler için harcanan zamanımıza yazık. Seçici olmak lazım. Bir yerde bir etkinlik varsa konuşmacıları etraflıca araştırmak gerekebilir. Gidilecekse bir etkinliğe, öncesinde hazırlıklı, ön okumalarla gitmek inanın esaslı katkılar sunacaktır bize. 

Sınıf Grupları 

Mutlaka her sınıfın bir Whatsapp grubu vardır. Olsun da zaten; iletişim çağında kitlelerin bu kadar kolay etkileşimde kalabilecekleri başka bir yardımcı unsur yok gibi. Tamam sınıf grubu olsun da; “ders başladı mı?” “ hoca ara verince yazar mısınız?” gibi yazışmaların yer almadığı gruplarımız da olsun. Birbirimizi etkinliklerden, yeni çıkan makalelerden haberdar edebileceğimiz gruplarımızın da olması zenginlik sağlayacaktır. 

Gelecek, merak etme ‘gelecek’

Bazen olur zaman geçmez zannederiz. Halbuki bilmeyiz ki hayat Atik Valide yokuşundan iner gibi geçer; hızlı, acele ve çabucak... O yüzden geleceğe bakar da geleceği planlar da bugünü ıskalarız.  Eski bir dost gibi selam vermeden geçer gider de talihimiz biz onun kim olduğunu bilmeyiz. O halde bugünün kıymetini bilmek lazım. 1.sınıfsak mesela muhteşem bir nimete gark olduğumuzu fark edelim. Bugüne odaklanalım. Elbette gelecek planlarımızı yapıp varsa bir panomuz raptiyeleyelim. Ama panomuzun en görünür yerine yakın vadedeki gündemlerimizi yazalım. Bugünleri dolu dolu yaşamak ve günün sonunda arkaya bakmak ‘bugün de amma keyif aldım’ diyebilmek en güzel hazlardan birisi olsak gerek.

Farklı Ortamlarda Bulunmak

Ülkemizdeki tek psikoloji bölümü bizim Atik Valide Külliyesi’nde mevcut değil. Sadece bizim okulumuzun beş altı yerde kampüsü olduğundan yola çıkarsak; farklı okullarda da psikoloji lisans eğitimleri mevcut. Eğer hafızam bana ciddi bir komplo kurmuyorsa sadece İstanbul’da otuz üç psikoloji lisans eğitimi yapan fakülte var. Oralardaki meslektaş adaylarımızla da tanışalım. Gidelim, imkan olursa onların kampüslerine. Mesela onlar Psikolojiye Giriş’i hangi kitaplardan okuyorlar bakalım, öğrenelim. Paslaşalım onlarla bilgilerimizi. Böyle bir etkileşimin kocaman bir ‘bilgi voltranı’ oluşturacağına acayip derecede inanıyorum. 

Dostlar Biriktirmek

Bakınınız burası çok önemli. Her şey biter vizeler gelir, finaller gider, yoklamalara imzalar atılır ama neredeyse hafta içi her gün gördüğünüz, bir şekilde yakın ilişkide bulunduğunuz arkadaşlarınızla  günün sonunda muhtemelen Haliç Kongre Merkezi’nde elinize tutuşturulacak geçici mezuniyet belgesiyle baş başa kalırsınız. Anılar biriktirmek, birilerinin dertleriyle dertlenmek ister aynı bölümden olsun isterse de farklı bölümden üniversitenin hediyesi olarak bir dostluk ilişkisini başlatmak ve kıyamete kadar bu dostlukların sürmesini dilemek gerekir. Varsa böyle muhabbet ehli dostlarımız kıymetini bilelim yoksa avluya bir göz gezdirelim, sınıflarda göz takibine alalım arkadaşlarımızı da birileriyle dert ortağı olabilmenin yollarını arayalım. 


Mekanın Kıymeti 

Bazen olur insan eskiye öyle bir özlem duyar ki burnu sızlar, kalbinin ritimleri dalgalanır da durulmaz. Ve dilinden şu sözler dökülür: “Şu geçtiğim yolların, şu içinde bulunduğum mekanların bir dili olsa da konuşsalar, anlatsalar eskiyi bana...” Valide-i Atik Külliyesi gibi zengin maziye sahip bir kampüste okuduğumuzun farkına varalım. Mesela bir psikoloji lisans öğrencisi olarak mail kutunuza bir mail düşse Bakırköy Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesi Başhekimliğinden: “ Sayın .........., sizi epeydir takip ediyoruz, psikoloji bilimine olan hayranlığınız bizi fevkalade heyecanlandırdı. Kurucumuz Mazhar Osman hayatta olsaydı inanın o da heyecanlanırdı bu genç dimağı gördüğü için. Kabul ederseniz sizi hastahanemiz kliniklerinde staj ve araştırma yapmaya davet ediyoruz.” Evet böyle bir mail alsaydınız muhtemelen sevinçten havalara uçar, birkaç kilometrelik sevinç koşuları yapar, yolda çocuklara şeker dağıtır, ihtiyarların alışveriş poşetlerini taşırdınız... Evet evet kesinlikle bu daha fazla zafer kutlamasını gerektirecek bir davet olurdu ama şu da en azından çeyrek bir heyecanı hak etmiyor mu: Bakırköy’ün temelleri şuan bizim eğitim gördüğümüz kampüsümüzde atılmış. Bugün avlusunda çay yudumluğumuz yerlerde bir zamanlar ‘akıl hastası’ büyüklerimiz vakit geçiriyorlardı. Ya da Nazım Hikmetten, Yılmaz Güney’e, Said Nursi’yekadar pek çok kişinin yolunun bir şekilde kampüsümüze düştüğünü biliyor muyuz? Necip Fazıl’ın ‘Zindandan Mehmete Mektup’şiirini kampüsümüz alanında yer alan Toptaşı Cezaevin’de kaleme aldığını lütfen bilmediğini söyleme, lütfen. Toparlayalım; zengin ve bir o kadar da önemli tarihsel geçmişe sahip bir mekanda ders görüyoruz. Bunun kıymetini bilelim. 
Çocukluk hayalimiz; iyi ve uslu çocuk olduk lakin ormanın derinliklerinde Şirinler’i göremedik ama kim bilir belki biraz kampüsümüzün ruh dilini yakalarsak bir gün şöyle ikindi vaktinde kütüphanenin ikinci katından avluda asistanlarıyla dolaşan Mazhar Osman’ı görebiliriz. 


Galiba yazıyı artık bitirmeliyim. Kendi iç mırıldanmalarımdan birazını sizlere sundum. Öğüt vermek amacıyla yazmadım bu yazıyı. Biraz karşılıklı dertleşelim istedim. Eski üstatlardan birisine gelmişler, efendim sözleriniz çok kıymetli sebebi nedir demişler, o da şu cevabı vermiş: “ Ne konuşuyorsam yaşadığım şeyleri düşünerek konuşuyorum belki de sözlerimin tesiri buradadır...” 
Size kıymetli sözler sarf ettim iddiasında değilim kesinlikle. Herhalde başta okuduğumuz Hoca Nasreddin fıkrası devam etseydi şu sonla bitebilirdi: “ Ahali hemen eşekten düşmüş birisini buldu. Daha evvel aynı anları yaşamış kişi hocanın yanına gelerek hocaya elini uzattı ve hocayı ayağa kaldırdı. Sonra da...“


23 Nisan 2016 Cumartesi

MUHAMMET'İN ARDINDAN

                                                    
Uykulu bir cumartesi sabahı. Biraz da geç kalmışım Üsküdar’daki derse. Hızlı adımlarla hareket ediyorum, istikamet belli; evvela metro ardından Marmaray ve nihayet Üsküdar.
Metroda Enes’i görüyorum. Enes, açık lisede okuyan lise 1.sınıf öğrencisi. Selamlaşıyoruz ve hal hatır faslı ve ardından veriyor acı haberi:  “Hocam, B sınıfından Muhammet, evvelsi gün kursta kalp krizi geçirerek vefat etti.” Sabah vaktinde, yüklenipte taşınacak bir yük değil bu cümle…   
Filmi başa sarayım, bu açık lise dersi verme hikayesi nedir, bu dersler nasıl geçer bunları anlatayım.  
İki yıl, dört dönemdir açık lisede  okuyan öğrenci arkadaşlarla beraber Türk Dili ve Edebiyatı dersi yapıyoruz. Sınavlara iki ay kala başlayan derslerle haftanın belli vakitlerinde müfredat konularını işleyerek arkadaşları sınavlara hazır hale getirmeye çalışıyoruz. Konu yoğunluğu hafif olan edebiyat dersi konularını  sekiz haftada/ iki aylık bir sürede  rahatlıkla işleyebiliyorsunuz. Hatta epeyce bir vaktinizi de bir sınıfın içine doluşmuş meraklı gözlerle size bakan ya da sınıfta delikanlılığının taşkınlığıyla eylemlerde bulunan gençlerle beraber geçiriyorsunuz.  Günlerini yatılı kaldıkları  binada geçiren öğrencilerin gözünde  okul dersi hocaları  ‘sokaktan gelen, dış dünyayla temas eden’ insanlar…

Değerli bir ağabeyimden iki yıl evvel bu dersler için teklif aldığımda zihnimde,  itiraf etmek gerekirse, ders konularından, testlerden ve şıklardan ziyade ’70-80 gençle haftada bir sohbet etmek fena sayılmaz’ cümlesi tur atmaya başlamıştı.  Teklifi hemen kabul ettim, heyecanla ders günlerini beklemeye başladım. Derslerde çokça konuştum, çokça meseleyi gençlerin gündemine getirmeye gayret ettim. Şiirler okuduk, köşe yazılarını takip ettik.  Şehit Savcı Mehmet Selim Kiraz’ı konuştuk, vakit oldu Aylan bebeği andık, bazı vakitler güncel meseleleri anlattım. Madem açıkça yazıyorum yazayım: Vakit oldu kendi içimdeki isyanlarımı anlattım. Karşınızda 25 kişi sizi heyecanla dinliyor, işte o vakit konuşmak/anlatmak en esaslı yol oluyor ferahlamak için. Karşınızdakilere heyecan ulaştırmaya gayret ederken içten içe bu heyecanın sizin de yüreğinize bulaşmasını arzuluyorsunuz durmadan.  Tam burada bu yazıyı okuyanların, yazıdan bir vesile haberdar olacak kurs yetkililerinin ve bu işe dahil olmama vesile olan ağabeyimin  zihinlerinde “her şey tamam da, hocam biz seni okul dersi anlat diye çağırmıştık, ne oldu konular, müfredat? “ sorusu belirebilir.  Cevaplayayım : Ders yaptığım, mesuliyetlerini aldığım sınıflarda hiçbir vakit konuları yarım bırakmadım. Buna evvela ders yaptığımız arkadaşlar, ardından Rabbim şahittir. Konular örneklerle anlatıldı, sorular çözüldü ama şiirde dinlendi, şarkılara da kulak verildi. Bu hususta müsterih olunuz.

Muhammet… 2001 doğumlu. Henüz 15 yaşında bir genç. İki dönem beraber ders yaptık. Heyecanımızı paylaştık, sabahtan beridir hatırlamaya çalışıyorum, parça parça da zihnimde beliriyor Muhammet’in sınıftaki halleri, tavırları, cümleleri… Bir akşam vakti, Muhammet’in genç kalbi yorgun düşüyor ve bu alemden ayrılıyor 15 yaşındaki Muhammet…  Muhammet gitti, artık bu dünyada yok. Nereye gitti? Bir gün hepimizin son durağı olan, sonsuzluğa... Ölüm, unuttuğumuz, uzaklarda sandığımız ama her daim yakın olduğumuz kocaman hakikat! 
İnsan bir şey söyleyemiyorum. Tüm fanilikler ve uğraşlar gelip geçici. Ve yüzleşmek ölümle. Aslında günlüğüme yazmamın daha uygun olacağı cümlelere sizleri de ortak ediyorum, paylaşmanın rahatlatıcı etkisine sığınarak… Son 45 günümüzü ailecek  babaannemin hastalığı sebebiyle; hastahane, doktor, hastalık üçlemesinde geçirdiğimizden  daha bir başka oluyor bu hadiseye , genç Muhammet’in vefatına, şahit olmak…  

Allah Muhammet’e rahmet eylesin.  Rabbim’den,  ailesine çokça sabırlar ihsan etmesini niyaz ediyorum.
Muhammet, 15 yaşındaki Muhammet, ölümüyle benim iki dönemde vermeye çalıştığımdan daha esaslı bir ders verdi. Güzel bir nasihat verdi bizlere Muhammet…

Payıma düşen kıssadan hisseleri günlüğüme not etsem daha iyi olacak… 

Geçen hafta annesini kaybeden Gökhan Özcan şu paragrafı yazmıştı son yazısında:
"Ölüm bir hakikat, canı veren günü geldiğinde alıyor. Bize düşen rıza göstermek ve sabretmek... Allah geride kalanlara sabrını, metanetini mutlaka bağışlıyor. Yana yana pişmek değil mi kaderimiz: İnandık, iman ettik: İnna lillah ve inna ileyhi raciun."


Birer fatiha okur muyuz Muhammet’e?  

10 Mart 2015 Salı

BU AKŞAM KADINA ŞİDDETİ GÖRDÜM!

       Bu akşam kadına şiddeti gördüm, aile içi şiddete şahit oldum. Ana haberlerde seyrettiğimiz, gazetelerde reklamlardan arda kalan boşlukları doldurmak için basılan  üçüncü sayfa haberlerinin içeriğini, kadına şiddeti; acıklı ve kahredici hadiseye şahit oldum bu akşam Marmarayda.
Çiseleyen yağmuru sahilde bırakarak, huzur ve yorgunlukla eve dönmek üzere  Marmaray Üsküdar istasyonunda trenin gelmesini bekliyorum.  Kulaklıklarım takılı. Tren gözüküyor, boş olduğuna seviniyor, inenlere öncelik vererek oturuyorum münasip bir yere. Tam karşımda bebek arabalı genç bir çift. Bebek arabasında ufak tatlı bir kız. Karşımdaki karı koca hızlı hızlı bir şeyler konuşuyorlar. Jest ve mimiklerinden  hoş mevzuları konuşmadıkları belli. İşte tam bu esnada ufak tatlı kız ağlamaya başladı.  Buraya kadar nedenini bilmediğim ve hangi şiddette seyrettiğini bilmediğim kavgaları dışında genç çiftin davranışları normal. O da ney? Ufak tatlı kız ağlamaya başlıyor, ama ne erkek ne de kadın kıza müdahale etmiyor,  tartışmalarına devam ediyorlar.
Şarkı mühim değil, sözler çok anlamsız. Kısıyorum sesini telefonun, çıkartıyorum kulaklıklarımı.               Bir an için karşımdaki genç adamla göz göze geliyoruz. Kalkıyor ayağa, bebek arabasındaki kızını galiz ifadelerle sert bir şekilde arabadan çıkarıyor ve bağırmaya başlıyor. Genç adam takriben 30’lu yaşlarında , iri yapılı, küpeli bir insanoğlu.  Bu dakikaya kadar tatlı kızcağızın ağlamasına bir müdahalede bulunmayan suratından yorgun, mutsuz ve ümitsiz olduğu anlaşılan zayıf genç kadın adamın elinden kızı alıyor ve sakinleştirmeye başlıyor.
Genç adam yerine oturmuyor. Sağa ve sola doğru birkaç  volta attıktan sonara yerine oturuyor. Sağa ve sola doğru yaptığı hamlelerden gelen bir hava dalgasıyla genç adamdan pis bir koku da geliyor; tahminim alkollü. Zaten normal davranışlarda da bulunmuyor.
          Yerine oturan adam genç anneye ağır ifadelerde, küfürlerde bulunmaya devam ediyor. Zavallı kadın bir yandan kızını susturmaya çalışırken diğer yandan eşinin ifadelerine de maruz kalıyor. Kadıncağız belli ki toplum içerisinde böyle bir duruma düşmekten utanıyor ve sıkılıyor.
Kız ağlamasına devam ediyor. Yalnız şunu belirteyim ufak tatlı kızın ağlaması normal bir ağlama değil, hırıltılar çıkararak ağlıyor ve titriyor. Kızcağızın ağlama sesine anons sesi karışıyor: “Bu istasyon Sirkeci!”. Ben de o an aklıma gelen sureleri okuyarak dua ediyorum; Allah’ım  bu kıza, annesine, babasına sekinet ihsan eyle. Huzur ihsan eyle, hidayet ihsan eyle…
            Galiz ifadelerine devam ediyor genç adam habire söyleniyor ve kadıncağızı tehdit ediyor. Duadan mıdır bilmem kızcağız bir anda susuyor, ben de ayağa kalkıyorum o esnada, yaklaşıyoruz Yenikapıya. Bir an  ufak tatlı kızcağızla göz göze geliyoruz, görüyorum onu, o beni görüyor mu bilmiyorum. Ardından zalim herifle göz göze geliyoruz. O görüyor beni, ben onu görüyor muyum? Zannetmiyorum öfkemden onun  paramparça ediyorum zihnimde. Kapı açılıyor, adam söylene söylene boş bebek arabasını alarak ilerliyor ardında kalan kızı ve eşine bakmadan...

Mesele bu.

Belki uzun analizler yapılıp, uzun cümleler kurulabilir.

Benim takatim bu kadarına yetti!


Allah’ım merhamete gark eyle bizi! 

18 Nisan 2013 Perşembe

ESASLI SIKINTILAR ve ESASLI SONRALAR (1)


 “Üfleyince geçecek.”
“Su içince geçer.”
“Derin nefes al-ver geçecek.”
“Gözlerini aç kapa rahatlayacaksın.”
“Fişi çıkar tak çalışacak.”
“Uyuyunca hiçbir şeyciğin kalmaz,uyu…”
“Sabah olunca her şey düzene girecek, gün aydınlansın.”
   Ve en büyük yalan: “Bekle,bekleyince hiçbir sıkıntın kalmayacak.” Kuru- boş sabır.
   Acı çekiyoruz. Kaybetmişiz. Yüreğimizde tsunamiler, beynimizdeki heyelanlar en şiddetlisinden meydana gelirken yapacak bir şeyimiz yok.
   Yalnızız. Beş şıkta kendini arayan kadar yalnız, hastane koridorlarında sıra bekleyen kadar yalnız, akşama pişirecek aşı olmayan beş çocuklu anne kadar yalnız, bombaları havai fişek zanneden çocuklar kadar yalnız, yeni doğum yapmış dört yavru doğurmuş bir sokak kedisi kadar yalnızız. Yalnızız ve bu hal üzerindeyken ; umuttan,merhametten ve kazanmaktan pay almanın peşinde sürünüyoruz.
    Geçecek ve her şey düzelecek derken geçtikten ve her şeyin rutine bağladığından sonraki durumun belirsizliği de bizi korkutuyor. Muğlaklık bizi bitiriyor.
Mesela; geçecek, düzeleceksin, kazanacaksın ne istiyorsun demez kimse. Rahatlatmak için akıl vermez kimse. Uzun vadeli öneriler ve kalkındırma planları hiç gündemimize gelmez, önemsemeyiz böyle şeyleri ve kimseye bu yönde bir katkımız olmaz.
Çünkü biz hızlı çağın hızlı insanlarıyız. Çünkü biz rekabetçi, bencil insanlarız. Çünkü biz hep kendini üst mertebelerde gören insanlarız. Çünkü biz en acılı yaralarını daima en kuytularında saklayan, güçlü rolü oynayan suskun insanlarız. Çünkü biz az öven çok övülmeyi arzulayan nefislileriz. Çünkü biz, günü geçirmek ve gündelik yaşamak üzerine yaşamayı yeğlemişleriz. Seçimimiz böyle.
  Reçetelerimiz günlük. Verdiğimiz akıllar- öğütler morfin etkisinde. Sözlerimiz iki saatlik, bakışlarımız iki dakikalık, göz yaşımız iki saniyelik
Hepimiz bir şeylerin yoksuluyken, hislerimiz katılaşıyorken, merhametimiz valizini toplayıp ilk uçakla bizi terk ediyorken, o her şeye bedel sıcak tebessümümüz artık “tebessüm titreyişlerine “ dönüşüyorken, mazide boğulurken işimiz pek de kolay değil…
 Elimizde esaslı çözümler yok. Kurtarıcımız kendi sorunlarını çözerse belki bize de yardım eder. – ki varsa böyle biri- Çünkü süper kahraman kontenjanımızı toplum olarak çoktan doldurduk.
Bekleyelim ve kazanalım diyenlere inanmayacağız!
Sus kazan diyenlere inanmayacağız.
Ne yapalım buymuş diyenlere inanmayacağız.
Bu devran böyle gider diyenlere asla kanmayacağız.
Her nefislinin bir sıkıntısı bir eksiği var. Benim sıkıntım yok diyenler yalancı. Sıkıntısı yokmuş gibi davrananlar aptal.
Şimdi ne yapacağız. Açıklayayım:
Bardağa dolu tarafından bakacağız. Sonra içeceğiz o bardaktaki suyu ve serinleyeceğiz. Çok şükür diyeceğiz. İçimizi pozitif bakış açısıyla dolduracağız. Ardından bize inanan ve aynı yolda yürümek istediğimizle düşelim yollara, yürüyelim. Nereye mi? Başarıya?  Hep kazanmaya? Sürekli mutluluğa mı? Bilemiyorum.
İstikamet “güzel hayaller ülkesi” …  Yol nerede biter, bilemiyorum...

21 Ekim 2012 Pazar

SONRA BAHSİ yahut SONRANIN HİÇLİĞİ

başlık yarın...

Bayramdan sonra işlerimi yoluna koymaya başlayacağım.
Şu tatili bir geçireyim bütün olumsuzluklarıma veda edeceğim.
Bir iki gün geçsin her şeyi anlatacağım.
Yeni haftaya süper bir başlangıç yapacağım.
Planlarımı yaptım, ay başından itibaren  durmadan çalışacağım.
*
   Yarım kalan işleri tamamlamak, geçmişimizde düzinelerce  tamamlanmamış eylem yerine arkamızı rahatlıkla yaslayabileceğimiz “bitmiş” işler silsilesi görmek ve rahatlamak istiyoruz. Yarımları tamamlayarak  yeni yollarda yürümek ortak hedefimiz. Artık adına tembellik mi desek yoksa rahatlığımızdan mı hep başlamak isteriz ama bir türlü başlayamayız.  Noksanların icabına bakmak gayelerimiz de hep birer niyetten öteye geçemez.
*
  Öğrenci  ders çalışmak ister.  Plan üstüne plan yapar. Kalemi eline alıp kitabı açıp kapıyı kapatıp bir türlü başlayamaz.
*
  Bir başlasam, ilk adımı bir atsam neler yapacağım da işte…
*
   Sözlerimiz de yarımdır. Heyecanlarımız, tepkilerimiz ve hislerimiz gibi… İçimizde isyan çıkarken, kalbimiz  firar etmenin hesaplarını yaparken biz susarız. Sonra deriz, az zaman geçsin ortalık durulsun taşlar yerine otursun deriz. “Köprünün altından sular aksın” çözüm yolumuz olurken debisi yüksek sularda boğulmayı “sonraya” tercih ederiz. Sonra müdahale etmek sonra konuşmak üzere;  haksızlığa susarız, yanlışa el kaldırmayız, uykusuz geceleri yeğleriz, dertli dolaşmayı yaşam biçimi ediniriz.
*
  “Sonranın” bizi rahatlatıcı etkisi nereden geliyor bilemiyorum. Ama bir uyuşturuculuğu var bu kelimenin.  Geçici bir rahatlatma etkisine sahip sonra. Sanki “sonra” değince sonrası mevzu bahis eylemin vuku bulduğu gözümüzün önünde tasavvur ediyor.
*
    Yüzdesi  ne kadardır bilmiyorum ama “sonraya” bırakılanın akıbeti aşağı yukarı bellidir. Nasıl artık yapmayacağımız eylemlere “inşallah “ demeyi alışkanlık haline getirdiysek  “sonra” da yarım kalmış veyahut yapılmayacak işler klasörünün adı haline gelmiş.
*
 Sonra efsunlu… Bundan olsa gerek “sonralarımız” hiçlik içerisinde varlığını sürdürüp gidiyor.
*
   Konuşmalarını erteleyen, konuş samimice şimdi konuş.
   Öğrenci kardeş şimdi… Sonra olmayacak, bilesin!
   İşadamı görüşmeler bugün olmalı. Mesai bitmeden ,hemen!
 *
   Nefes alan her nefislinin bir işi vardır. Hayırlı işleri ertelemeyelim.  İlla “sonrasız” olmaz diyorsanız kötülükleri  “sonraya” havale edebiliriz. Sonrası hiç çünkü.
*
 Sonrası yok bu işin, sonra bahsi bu kadar!




19 Eylül 2012 Çarşamba

YENİDEN, İYİ NEDEN!



  Konuştun, yoruldun. Koştun, yoruldun. 

Hayal ettin, yoruldun. Takvim yapraklarını kopardın birer birer, yoruldun. 
Soytarıları izledin, yoruldun. 
İnsanların konuşmalarına kulak misafiri oldun, yoruldun. 
    
     Aşık oldun, yine yoruldun.
Ağladın, yoruldun. Yorulmaktan bile yoruldun. 

Çünkü hep kaybediyordun. Unutulan, altı değil üstü çizilen hep sen oluyordun.

Tebessüm ettin bir dinçlik hissettin. Yorulmadın. İnadına tebessüm... 
"Dur bir dakika, yeniden başlayayım her şeye" dedin bir başka oldun. İnadına yeniden, yeniden... 
Dinlen bir parkta... Yürü tanınmadığın mahallelerde... Yürü bilmediğin mekanlara doğru... 
 Tebessüm et... 
Sonra yeniden başlayacağını haykır ve başla... Hayata, koşturmacaya ve yarışa...